İçimden bi sürü şey yazmak, bi sürü şey anlatmak geliyor. Gördüklerimden, aslında gördüklerimden çok algıladıklarımdan bahsetmek istiyorum. Sözlü ya da yazılı, farketmez. Ama cayıyorum bir noktada her seferinde.
Kaç gündür bu sabah geçici 'amnezi'nin bana garip bir şekilde hokuspokus geldiğini anlatmayı planlayarak kalkıyorum mesela yataktan; sonra duş alıyorum, kahvaltı yapıyorum, kahvaltı öncesi kitap, kahvaltı sonrası da gazeteleri okuyorum. Annemin 'yine eline aldın laptobu' sözlerini geciktirebilmek için başka şeylerle uğraşıyorum: 2 bardak çay ve sigara içiyorum, masayı topluyorum, kahve suyu koyuyorum. Kahve içerken açıyorum laptobu, başvuru ve diğer okumaları yaparken, "öğleden sonra ya da akşam yazarım artık" kararını veriyorum. Ardından bir bakıyorum, akşamüzeri olmuş ve sabah düşündüklerim feci derecede eften püften geliyor, kızıyorum kendime.
Ne mi diyecektim amnezi üzerine?
Geçen sene, kalp kriziyle ilgili bir haber okumuştum; uyandığında yaşadığı son beş seneyi hatırlamayan bir adamdan bahsediyordu. O sırada, kendimi aramaya çıkalı tam da beşinci senesini dolduruyordu ve aynısının bana olduğunu düşünüp; nasıl bir şey olabileceğini tahayyül etmeye çalışmıştım. Düşünsenize; uyandığım yeri, ülkeyi, o sırada çevremde olanları hatırlamıyor olacaktım. Gözümü açtığımda hatırladığım tek yer küçük Ege şehri-kasabasıyken; uyandığımda başucumda dikilmiş olanlar başka dillerde konuşanlar ve ismimi, ailemi, çocukluğumu hatırlarken; oraya nasıl geldiğim tamamen bir muamma olacaktı. O arada yaşadıklarım, bana kattıkları, başardıklarım, yenildiklerim filan hepsi beraber ve ışınlanmış psikolojisinde bir ben!
Hem amnezi, hem de değil olurdu bu. İki arada bir derede, azıcık,ufacık, minicik unutmuşluk. Ama artık o an olmuş bir ben'in, beş yıl öncesiyle ortak sabit paydalar dışında hiçbir benzerliği olmayacaktı ve yeni tanıştığım kendimi, birilerinin bana anlatması bile gerekebilirdi. Kendim de dahil, herkese, daimi bir "sen kimsin?" sorgusu. Sofie'nin Dünyası'na döneceğini sanmayın, öyle bir şey değil. Ancak bu sorular kaçınılmaz olacaktı ve dürüst olmak gerekirse, ben o soruların cevaplarını hep çok merak ettim. Sen kimsin, ben kimim, sen benim ne'yim, kim'imsin, -hadi beş sene olduğunu atlayın burada ya da değişmiş zevklerinizden dem vurun- ne yemeyi, ne içmeyi severim, -5 sene önce enginar yemekten nefret ederdim, şimdi yiyor muyum?- kimi okurum, ne dinlerim, en gıcık, en sevimli huyum nelerdir, sinirimi ne çok bozar, seni sever miydim, ya sen beni?
Bunun gibi bir sürü soru: Hadi yeniden tanışalım kendimle oyunu ve işkencesi aynı kapta! İşte 2 sene önce bir gün yine bunları takmıştım ki aklıma, bu kez yanımda Onur da vardı ve -yine-sorgulaması bol geçirdiğim o dönemde, "ne bilmek istiyorsun, sor, payıma düşebilecek kadar bildiğim kısımlarını cevaplayayım" deyivermişti. Diğerlerini hatırlamıyorum ama "sence ben ne istediğini bilmez biri gibi mi görünüyorum" sorumu anımsıyorum. Cevabı da dün gibi aklımda: Ne istediğini bilmez görünmüyorsun, ama öyle davranıyorsun, aslında öyle değilsin ve ne istediğini biliyorsun!
Şimdi sorsam ne der, bilmiyorum. Ya da şimdi başıma bir taş düşse ve hafızamı kaybetsem Yeşilçam filmleri misali, soracağım soruların neye benzeyeceğini de bilemem; zaten asıl ilgilendiğim de cevaplar. Sorulardan çok var çünkü, şaşılacak bir şey yok. Sor sor, bitmiyor, dır dır oluyor o sor-sor'lar bir noktada. Ve bir bakıyorum, son zamanlarda - çıkışlar, kaçışlar, ani oluşlar dışında- hep aynı kelimeler, hep aynı anlatım, hep aslında aynı şeyleri tekrarlamaktan ötürü, beraberinde gelen anlamsız bir şüphe duygusu, yorgunluğu bile cebinden çıkaran bir bezginlik hissi.
En doğrusunu şarkı söylemiş işte. Amnezi de olsa, beş yıl silinmesi filan da yaşansa, bugünde de kalsak, 'bildiğimiz bir yer' vardır mutlaka; yani, herhalde vardır...
Oh, simple thing, where have you gone?
I'm getting old and I need something to rely on
So, tell me when you gonna let me in
I'm getting tired and I need somewhere to begin
And if you have a minute why don't we go
Talk about it somewhere only we know?
This could be the end of everything.
So why don't we go, so why don't we go?
2 comments:
"İnsan aynı nehirde iki kere yıkanamaz, öyle zannetse bile sürekli akış halinde olan nehirde su değişmiştir." Montaigne.
zeyl:
bugünlerde barışamıyorum hayatla.
geçer diye bekliyorum.
geçmiyor...
Post a Comment