Ciddi ciddi "benim bir misyonum mu var acaba, onu görüp buluncaya kadar her şey önümde kapalı" diye düşünmeye başladım.
Neye el atsam, kuruyor sanki. 3 gün ruh gibi geziniyorum evin içinde, tamamen kendimi kapamış halde. Sonra kendimi karşıma alıp, "kendine gel, olacak, çıkacak bir şey, kalk ayağa bakayım, git aynaya bak, ne bu halin?" diye güzel bir konuşma çekiyorum. Bu konuşmanın ardındaki sabah güzelce uyanıyorum, bir şeyin beni sıkmasına izin vermemek adına, sıfır yaka tshirtümün yakasını bile güzelce oyarak, kesiyorum; yüzümü yıkayıp, saçımı topluyorum. 20-30 sayfa kitap okuyorum, gazeteye göz atıyorum, çayı koyuyorum, kahvaltıyı hazırlıyorum. Peynirleri güzelce kesip yerleştiriyorum, çökelek peynirli domates hazırlıyorum ufacık bir tabağın içine, yatak odasını havalandırıp, topluyorum. O sırada çay demlenmiş oluyor, o tam kıvamına gelinceye kadar gazeteyi okuyup bitiyorum. Annemi uyandırıyorum ve günlerden sonra yüzüm asık uyanmadığımdan o da mutlu oluyor, hissediyorum. Rüyamı anlatıyorum, masaya oturuyoruz. Kahvaltıda gelen telefon biraz canımızı sıkıyor ama "durma üzerinde" diyorum, "güzel bir şeyler olacak, maddi ve manevi rahatlayacağız. Zamanını bilmiyorum ama olacak, olmak zorunda" diye üstüne basa basa kendi kafama da sokmaya çalışıyor gibi tekrarlıyorum. Ama iyiyim yani önceki üç beş güne nazaran.
Birkaç ufak banka işini hallediyorum, ay sonu hesabı yapıyoruz ama tamam, bir elin parmağı kadar kaldı, zaten sınav için -umuyoruz ki- geçireceğim 1 hafta finansmanını ve planlamasını filan da hallettik, problem yok; değil mi? -Evet, değil. Ama o an bilmiyorum henüz. Bugün "günün aptalı" olabileceğimi bir arkadaşıma da söylemiştim hem.- Yolda çimlerin üstüne oturmuş bir baba-oğul görüyorum; öğle yemeği yiyorlar bir kaptan. Çocuk 8-9 ancak var, ekmeğini öyle de güzel bölüyor ki ikiye; çok hoşuma gidiyor, ne yediklerini merak ediyorum, ne konuştuklarını da. Ancak beynimin çekebildiği fotoğrafla kalabiliyor, ilerliyorum. İşleri halledip eve dönerken dolmuşta yanıma çocuğuyla birlikte bir kadın oturuyor orta yaşlarında. Onun oğlu da yaramaz işte, rahatı batıyor ve önünde kıpkırmızı duran yangın söndürme tüpünün cazibesine kapılıp, tetiğine basıveriyor. Her yer oksijen beyazı. Anne, ayrımsayamadığım bir serilikle 2 tokat çakıyor çocuğa; "ne oldu da bastın ona, ne geçti eline? ha ne geçti?" söylenmeleri yaşarken, bu hareketlilik komiğime gidiyor aslında. Benim annem de bizim civarların en seri popoya şaplak atanıydı zira. Anne durmuyor ve bence anneliği tatmış kadınların tek tip sayılabilecek tek özelliğini yansıtan cümleyi kuruveriyor: "Çocuk değil, baş belası bu!" Tüm anneler aynı mı sinirlenir yaramaz çocuklarına?
Eve geldiğimde hala iyiyim. Ne çok müthiş, ne de kötü olmak başetmesi en kolay his olsa gerek. Ama tüm bu iyi havam yine sönüveriyor. Yine red. E bari yazılı sınava çağırsaydınız? Sinirli miyim, sakin mi ayrımını yapamayacak kadar sakinim. Ağladım, evet. Ama o derdimi anlatamadığım içindi, bir kendimi tanıtamadığım içindi. "Tanısanız beni çok seversiniz" mi? Bilmiyorum. Sevmezsiniz belki. Sevilebilecek özelliklerimle nefret edilebilecek özelliklerim aynı tartıda fena kapışabilir, birbirlerine rahat huzur vermeyebilirler. Ama yine de bir tanısaydınız? Yapmak istediğim araştırmayı anlatabilseydim mesela. 1 sayfa kağıttan anlaşılmaz ki onlar.
Üniversiteler önünde, burs başvuruları önünde, staj, iş, sağlık yardımı, yaşama hakkı, hak isteme durumu için filan hep 1'er sayfalık kağıtlarız yani biz; öyle mi? Öyle. Peki, madem öyle, benim bu 1 sayfalık kağıdım ne konuda işe yaramalı? Nerede yaramalı ve ben mi göremiyorum acaba?
1 comments:
çökelek peynirli domates
çökelek peynirli domates
çökelek peynirli domates
çökelek peynirli domates...zihnimin öyle bir yerine saklanmış ki bu. bir zamanlar yaşandığını bile unuttuğum günlere götürdü beni. teşekkür ederim =)
zor zamanlardasın tahmin edebiliyorum. geçiyor diyeceğim... samimi olmayacak, çünkü benim ki de geçmedi hala.
tez zamanda geçer gider inşaallah...tez zamanda...
Post a Comment