Şu,Bu,O

Friday, December 14, 2007 | |

Sevgili Ludmilla geri dönüşünü sobeleyerek yapmış ve beni sobelemiş. Bir sobe daha vardı ama onu artık TR (Ne zaman böyle yazsam aklıma ders seçimi geliyor. Salı-Perşembe olan derslerin yanındaki kodlardan biri de bu da...Sanırım aklımı kaçırıyorum.Beynim okul denilen Richmond canavarı tarafından kemiriliyor.) 'ye gidince yazarım ama çok çalışmışım sanki gibi ders arası vermeye karar verdim. Neyse, gece uzun. Ders dediğin geç saatte çalışılır ayrıca. Başlayalım o zaman.

"Ben küçükken" diye başlayan cümleler kurmayı benim kadar çok seven az bulunur. Çokça da çocukluğum üzerine konuşurum. Güzel bir şey olsa gerek, demek ki hoş bir çocukluk geçirmişim. Aslına bakarsak ben çocukluğumdan görünüş itibariyle pek farklı değilim. Hatta 4-5 yaşlarındaki halime, 14-18 arasında benzediğimden çok daha fazla benziyorum. Öyle ki, şu anki saçlarımla o zamanki saçlarımın şekli bile aynı. (Şimdiki rengi daha koyu olmakla beraber) Ben küçükken de çok konuşurdum, evdekilerin sinemaya gideceğim diye ödlerinin koptuğuna tanık olmuşluğum vardır. Film 3 saatse, ben 3 saat anlatırdım, gitmiş kadar olurlardı. Zamanla tabii bunu kullanmayı ve benden sıkıldıklarını öğrendim. Birkaç kez, "eğer şunu yapmazsanız ben de filmi anlatırım o zaman" derdim. İşe yaramazdı gerçi, annem öyle pek benim bilmişliklerime kanacak bir kadın değildir. Sonracığıma, annem ben küçükken eczanede durduğundan, anneannemle kalır, ona da anne dermişim. Çoğu zaman "Benim annem nerde anne?" diye sorduğum sorular hatırlanır. Saçlarımı savura savura yürürdüm, böyle bi o yana, bir bu yana şeklinde, yuvarlak çerçeveli de güneş gözlüklerim vardı. Çok çok uzun saçlarım vardı ama sonra bir gün Bodrum'a tatile gittiğimizde, otel görevlerinin çocuklarıyla iyi anlaşıp, bitlenmiştim, kesmiştik. Hah bir de, küçükken ağlarken nefesim kesilirmiş, ben öyle nefessiz kalınca teyzem korkup bayılırmış, beni bırakıp teyzeme bakmaya koşarlarmış filan. Daha bir dolu var aslında, ben de çok severim anlatmasını ama fazla uzun olacak. Kesiyorum. Küçüken şirinmişim bayağı bi, kardeşim fotoğraflarıma bakıp, abla ben bu fotoğraftaki çocuğu istiyorum, sıkıcam böyle çok tatlı diyor. Bir de ileride çocuğum öyle olsunmuş, fotoğraftaki gibi.

İlk kopyam ' ı gerçekten hiç hatırlamıyorum. Annesini taklit eden bir çocuk da olmadım hiç. Ama dönem dönem kafama birini takar o kişi olurdum. Hayat Ağacı diye bir dizi vardı, orada güzelce bir kız vardı, Sam. Ben o oldum yaklaşık 1 sene boyunca. Hatta 4 yaşındaki doğum günümü de hatırlıyorum, "iyi ki doğdun Sam" şeklinde kutlamıştık. Sonra bir ara ne alakaysa Eda Özülkü olmuştum, saçlarımı gidip öyle kestirmiştim aynı hatta ve tam kardeşimin doğduğu sırada beslek gibi gezinmiştim ortalıkta. Kopya iyi bir şey değil, burdan anlıyoruz mesela. Ders konusunda ise en efsane kopyalarım Almanca derslerinde olmuştur. Ben genelde kopya verenlerden oldum hep aslında. Bağıra bağıra cevapları söylerdim, hocalar da "Sus bakayım" derlerdi. Bir keresinde Edebiyatçı kağıdımı verirken, "çok şükür Tuğçe kağıdını veriyor" demişti. Ben daha çok kontrol etmeyi severdim. Ama divan edebiyatı öğrenirken efsane kopya çekmişliğim vardır, öyle ki arkamda oturan Şubo boş bulunup, "helal olsun be Tuğçe, Demet bi kağıdı çıkaramadın yaa" falan diye bağırmıştı. Bir de alkışlamıştı hatırlıyorum. Sadece kağıdı çıkarıp kucağıma koymuş,baka baka yazmıştım..Ama sorun kimsenin cesaret edememiş olmasıydı. Bir de Almanca dersinde kopya çekmek uğruna bir çocukla çok fena kavga etmiştim, zor almışlardı elimden çocuğu. En son olarak da, bugün mesela çok fena bir asillikle aptallık arası bir şey gösterdim sınavda. Yapamadığım bir soru için bana kağıdını açan Arman'a, "boşver, bakmayacağım, bilmiyorum çünkü gerçekten, riske atmak istemiyorum daha da" dedim. Madalya vereceklermiş bana, yılın enayisi olarak. Olsun, en azından alnımın akıyla kalırım.

Aslında ben hiç beklenmedik anlarda, o andan beklenmeyecek kararlar alabilen biriyim. Her duyguyu neredeyse uçta yaşıyorum. Fazla bir tutku olayı söz konusu.Dengesizim aynı zamanda da.Bir örnekle bunu açıklayalım nasıl bir dengesizlik olduğunu şimdi. Çok sinirlendiğim günlerden birinde, ki ben genellikle son ana kadar sinirlenmem, artık bir yandan ağlayıp, bir yandan elime ne geçerse fırlatıp atıyordum. Kalem, su şişesi, kola şişesi, deodorant, krem filan. Sıra kreme geldiğinde hoş olmamıştı, her yer krem oldu. Sonra bu bana çok komik geldi, oturup kahkaha atmaya başladım. Ardından çok sakinleşip, tüm odayı uzun uzun temizlemiştim.Hey gidi günler. Dönem dönem bir eşyaya takarım kafayı mesela. Bu aralarki takıntım dudak koruyucum. Çantamdan bir yerlerden çıktı, ben de ona sardım. Her 10 dk da bir kendisiyle yakınlaşıyoruz. Geçen hafta da kahverengi kadife pantalonumdu takıntım.Bir de tembelim. Ama tembel olduğumu başkalarına rahatça kabullenir gibi gösterirken içimde çok huzursuz ve bununla kesinlikle barışık değilim.

En saçma huyum diye bir şey yok. Bir dolu var çünkü. Şu anda aklıma ilk gelen, çalar saati garip sayılar olarak ayarlamam. Mesela 10:07 yada 23:18 filan gibi. 2 senedir böyle bu hatta. Sonra paranoyaklığımı da biliyoruz zaten. Zamanında olmayan her şey için alternatif komplo teorileri üretiyorum. İleride çocuğuma uyumadan önce anlatacağım masal olarak mesela. Bir de, yastıksız uyumama rağmen, yatakta yastık olmazsa sinirlenirim. Yastık olacak ama ben başımı altına, kenarına, ucuna filan koyacağım. Çok var valla, geçen gün postanedeki posta kutularını saydım filan.

Cep telefonum, ABD'deyken çalar çalar ve ben açmam. Uyurken çalan cep telefonumu kırıp atmak isterim, hep de ben uyurken ararlar. Buradaki telefonum Samsung, okul verdi valla. Türkiye'deki de sony&ericson. Ama eski bir şey, o da eniştemin eski telefonu. Evde birileri kendine yeni telefon alırsa, eskisini bana verecek. 16 yaşındayken telefon takıntım vardı, artık hiçbir özelliklerini bilmiyorum. Çalıyor mu, çalıyor, bir de mesaj yolluyor. Yeter, çok bile.

Aşk dediğin şey, çok yüksekten bir salıncakla aşağı doğru sallandığında içine akan adrenalin duygusunun aynısı. Eğer yüksek bir yerden hızlı bir ivmeyle indiğindeki his bana oluyorsa, çok fena aşık olmuşum demektir. Kıskançlık hemen kendisini takip eder filan. Aşk dediğin şey koaladır.

En sevdiğim blog...Dediğim dönem dönem bir şeylere takılma olayı bloglar için de geçerli. Bir dönem bir bloga takıp, en çok onu bekleyerek okurum mesela. Ruh haliyle ilgili bir şey. Bir tane seçmem oldukça zor ama Su. (çatlakdudaklar.blogspot.com)'u ve artık yazmasa da Elsa, (teneketrampetler.blogspot.com) gerçekten içlerinde olan bitenleri açıklıklarıyla yazmaları nedeniyle en en favorilerimden. Ardından Deryik,Ponçikizm, PeanutButter and BlackCoffee, Gaykedi gelir. Kitap ve film bloglarını da çok seviyorum. Bu bakımdan Ludmilla'nın ilk olarak okuduğumda Nilgün Marmara'nın bir şiirini koymuş olması sebebiyle gönlümde bir yeri var.Dediğim gibi, ruh halimle ilgili bir şey. Bir tane en sevdiğim yok yani bloglardan, değişken bir şey.

Kime pas atalım..? Mahallenin Delisi. Bir de okuyorsa eğer benim küçük fındığım Buse'ye.
Share/Bookmark

0 comments:

Related Posts with Thumbnails

Arşiv